Hikaye mi Öykü mü?

HİKAYE Mİ ÖYKÜ MÜ




Sevgili genç yazar arkadaşım, 20.10.2009

Çoktan beri tartışılan bir soru bu. Yazdıklarımız, okuduklarımız hikaye mi, öykü mü? Bu kafa karışıklığının başlıca nedeni sözlüklerdeki tanımlamalar. Dil Derneği’nin Türkçe Sözlüğü’nde “Hikaye”nin karşılığı “Bir olayın sözlü ya da yazılı olarak anlatılması” olarak veriliyor. “Hikaye Etmek” de “Ayrıntılarıyla anlatmak” olarak tanımlanmış. İkinci anlam ise” Hikaye = Öykü”... Türk Dil Kurumu sözlüğü ise benzer;ama ayrıntılı bir tanım vermiş. “Belli bir zaman ve yerde az sayıda kişinin başından geçen, gerçeğe uygun bir takım olaylar anlatılan ya da birkaç kişinin karakteri çizilen, roman türünden kısa yapıt, öykü.” Demiş. Burada da hikaye ile öykü eşitlenmiş. Gerçekten böyle mi? Ben burada hangi adın kullanılması gerektiğinden söz etmeyeceğim. Asıl üzerinde durmak istediğim işin teknik yanı...

Hikaye anlatmak geleneğinden gelen bir halkız. Anlatıcıların sürdüre geldiği bu gelenek, yazılı anlatıma geçtikten sonra “Hikaye yazmak” olarak devam etmiş. Günümüzde ise “Öykü” den söz ediliyor. Önce hikaye ve öykü nedir onu inceleyelim.

En baştan söylememiz gereken bu iki tanımın aynı olmadığı... Pek çok farklar içerdiği...

Hikaye, sözlüklerde de belirtildiği gibi bir olayın anlatımıdır; ancak gazete haberi, roman, anı, fıkra, destan gibi yazınsal türlerin de hikayesi vardır. Öte yandan tiyatro oyunları,sinema ve televizyon filmleri de hikaye anlatırlar. O halde öykünün farkı ne?

“Öykü Yazmak Öyküyü düşünmek” adlı kitabında Feridun Andaç şöyle tanımlıyor bu yazın türünü: “Bir gözlemden, izlenim ya da tasarımdan yola çıkılarak bir olayın, bir durumun, bir kesitin,bir ân’ın anlatımıdır.” Yine aynı kitapta bir başka tanım dikkati çekiyor. “Tek tek insanlık durumlarını hayatın akıp giden savruntusu içinden çekip çıkararak bize gösterir”... Aysu Erden ise “Çağdaş Türk Öykü ve Romanında Yaratıcılık” adlı kitabında: “Öyküler dar alanlara sıkıştırılmış az sayıda sözcükle yoğun anlamlar aktarma gücüne sahip olan sanatsal iletişim araçlarıdır.” Demektedir. Hülya Soyşekerci’nin “ Öykü Nedir” adlı yazısında ise “Akıp giden zamanın içinde birdenbire başlayan ve bir sonuç çıkarılmadan birdenbire biten bir yaşam kesitidir o. Öykünün öncesini ve sonrasını kurmak, düşlemek yalnızca okura bırakılır.” Denmektedir. Daha pek çok tanım yapılmıştır; ancak bunlar öyküyü oluşturan öğelerin altını çizen tanımlardır.

Daha şimdiden kafanız karışmaya başladı değil mi? Benim niyetin bu karmaşayı arttırmak değil; tersine her şeyi yerli yerine oturtmak.

Öyküde Boşluklar Bırakmak:

Başta roman olmak üzere, anı, destan, senaryolar ve gazete yazıları bize bir hikaye anlatırlar. Bir olayı başından sonuna anlatan yazın türleridir bunlar. Olaylar gerçek ya da kurgusal olabilir. Bu türlerin hepsi hikaye anlattıkları halde birbirlerinden farklı özelliklere sahiptirler. Örneğin bir gazete haberi olayı başından başlayarak sonuna dek kısaca ve gündelik dille özetlerken, roman bütün ayrıntıları, farklı yönleriyle didikleyerek, özgün bir dil ve anlatımla sunar.

Öykü ise bir olayı başından sonuna anlatmaz. Yaşam sahnesine kısa bir süre tutulan ışık gibidir. Bir an ışık yanar, biz sahnede olup biteni görürüz. Işık yeniden söner ve öykü biter. Öyküye giren olayın başını ve sonunu anlatmaz yazar. Hülya Soyşekerci’nin de belirttiği gibi bunu okura bırakır. Okur kendi kültürel birikimiyle tamamlar. Her okurun düş gücüyle tamamlandığı için – okunan aynı metin olduğu halde- her öykü birbirinden farklı ve biriciktir. Ona değerini kazandıran da budur.

Öyküde sadece baş ve sondaki ucu açık alanlar değil metin içinde bırakılan boşluklar da çok önemlidir. Yazar, yalnızca öykü için gerekli olanları anlatır ve metnin içine serpiştirdiği ipuçlarıyla okurun bu boşlukları doldurmasını sağlar. Bu da öykü okurunu çaba göstermeye zorlar. Okur, yazarın açtığı kapıdan öyküye girmekle kalmaz, öykünün yaratımına katkıda bulunur.

Bu boşluklar nasıl yaratılır? Yazar bunu yapayım derken öykünün iskelet yapısını bozabilir ve eksik bırakabilir mi? Olabilir. Bu yanlışa sapmamak için öyküde anlatılan olay ya da durum neyse onunla ilgili okurun kafasında oluşacak bütün soruları belirlemek ve açıklamak gerekir. Örneğin “Öykü kişisi kimdir, yaşı, cinsi,fiziksel ve ruhsal özellikleri, sosyal konumu, diğer öykü kişileriyle ilişkileri nelerdir?” gibi soruları aydınlatmak gerekir. Romanda da benzer sorular belirir; ama öyküde bütün bunlar kısa öz anlatılmalıdır. Her sözcük bir işlevi yerine getirmelidir. Bir amacı, nedeni olmalıdır. Bütün fazla sözcük, tümce ya da bölümler, amaca ulaştırmayan kişiler ya da yan olaylar ayıklanmalıdır. Usta bir ressamın birkaç fırça darbesiyle bir resmi oluşturması gibidir öykü. Küçük ayrıntılar vererek , arada okurun tamamlamasını istediğiniz boşluklar bırakarak örmelisiniz öyküyü.

Öykü ve Gerçek:

Feridun Andaç’ın kitabı bize yol göstermeye devam ediyor. “Öyküde yaşamın, yaşanılanların bire bir gerçeğini yansıtmak gibi bir amaç güdülmez.... Öykücü, ‘gerçek’in – bütünsel olarak- birebir tanıklığını yapmaz. Onu yeniden tasarlar, kurar...” diyor. İsterseniz konuya bir de buradan yaklaşalım.

Öykünün amacı hayatı olduğu gibi tüm gerçeğiyle yansıtmak değildir. Bir çok yeni yazar bu yanılgıya düşmekte yaşanmış bir olaydan yola çıktığında yazarken gerçeklere tümüyle uymak zorunluluğunu hissetmektedir.Tersine öykü yazarı gerçeği kendi süzgecinden geçirip, kendi yaşam görüşü, kültürel bilgi birikimi ve deneyimi ile yeniden kotarıp sunar. Bu sunulan artık yaşamın değil, “Öykü’nün Gerçeği” dir; ancak yine de bize yaşamın gerçeklerini anlatır. Gündelik yaşamda gözden kaçan, görülmeyen, duyulmayan, hissedilmeyen, anlaşılmayan gerçeklerin altını çizerek bize gösterir.

Öykü ve sorun:

Hikaye bir olayı başından sonuna ve gerçeklere bağlı kalarak anlatır; ama öykü olaydaki sorun anını yakalar ve yazarın yarattığı öyküsel gerçeklikle bize sunar.

Burada da “Sorun” konusuna değinelim.

Biliyorsunuz öykü kısaca “Olay" ve “Durum” öyküleri diye ikiye ayrılır. “Giriş-Gelişme-Sorun-Çatışma-Çözüm-Sonuç” şeklinde bir yapısı bulunur. Hikaye ile karşılaştırma yaptığımız için burada daha çok olay öyküsünden söz ediyorum.

Emin Özdemir “Sorun” konusunu şöyle açıklamış: “Öykünün yaslandığı her olay gerçekte insanın eyleme dönüşmüş tutkuları, özlemleri, düşleri ya da istekleridir. Bu yönden her olay ya da durum bir sorunu da birlikte getirir.” Onun da belirttiği gibi bu sorun insanın insanla, doğayla, toplumla, ya da kendisiyle çatışmasıdır. Öykü yazarı bu sorunu belirtir, çatışmaları sürdürerek öyküyü geliştirir ve çözüme götürür. Çatışmaların en çözümsüz olduğu, gerilimin artıp son noktaya ulaştığı an doruk noktasıdır. Bundan sonra çözüm ve ardından sonuç gelir; ancak sonuç kısmı olayın sonu değildir. Az önce belirttiğim gibi olay öyküden önce de vardır, öyküden sonra da devam eder. Aynı yaşamda olduğu gibi...

Öykü ve Anlatım:

Önemli olan öykünün, bu sorunlu ve çatışmalı anları yakalayıp kısa, yoğun ve çarpıcı bir anlatımla bize sunmasıdır. Burada öyküyü hikayeden ayıran bir başka önemli konu ortaya çıkmaktadır. Anlatım...



Öykü diye yazılanların pek çoğunun birkaç sayfada baştan sona anlatılan yaşam öyküleri olduğunu görüyoruz. Genç öykü yazarlarının bu yanlıştan kaçınmaları ve yukarıda anlatılanlar ışığında yaşamdaki özel, sorunlu anları yakalayıp kendi özgün anlatımlarıyla bize sunmaları gerekir. Özgün anlatım... İşte yazarın ustalığı da buradan gelir. Bunu kazanmanın iki yolu vardır. Çok okumak ve yazmak...

Bir olayı ya da durumu yalın ve gündelik dilde, nasıl gerçekleştiyse öyle anlatabilir, kendinizden hiçbir şey katmayabilirsiniz; ama o öykü olmaz. Örnek vermek gerekirse Bekir Yıldız’ın “Bedrana” öyküsünden bir bölüme bakalım. Bu bölümde kara kışın sürdüğü bir Doğu Anadolu köyünde bir gece Bedrana ve kocası konuşurlar. Kocası o gece aralarındaki bir sorunu çözmek istemektedir. Bu ise Bedrana’yı korkutmaktadır. Öykünün bu bölümünü böyle sade bir anlatım ve gündelik dille yazmak olası.Deneyelim:

“Soğuk ve karlı bir gece, doğunun küçük bir köyünde Bedrana:

” Ben yatıyorum” dedi.Kocası

“Tandıra ateş bas” dedi. “Bu gece o mesele çözümlenecek.”

Bedrana çok korktu, önce anlamamazlığa geldi.

“Viş... “Ne meselesiymiş? He... Gözünün yağına kurban olduğum, gene indirin kaldırma.”dedi. Daha sonra umutsuzca boyun eğdi.”

Ancak öykünün kendisini okuyunca aradaki farkı daha iyi göreceğiz.

“İlkin kara bir yel esti günlerce. Hafifi önüne kattı, güçsüzü yere yıktı. Ardından ince, sonra kalın yolları sildi kar.

Bedrana, dizlerini örten yorganı kaldırdı. Tandır ateşini eşeledi. Yorgundu ateş.

“Ben yatacağım.” Dedi.

“Tandıra ateş bas.” Dedi. “Bu gece o mesele çözümlenecek.”

Bedrana korktu.Şekeri suya düşmüş gibi aceleciliğe yöneldi.

“Viş” dedi. “Ne meselesiymiş? He... Gözünün yağına kurban olduğum, gene indirin kaldırma.”

Başı öne düştü Bedrana’nın. Yüzü sarardı. Korkudan yüreği pır pır etti.”

Burada anlatımı kendine özgü kılan yöresel dille yazılmış olması değil. Yazar kendine has bir dil yaratmış. Betimlemeler, imgelerle öyküyü zenginleştirmiş. En önemlisi bu betimleme ve imgelerle bir atmosfer yaratmış. Doğrudan dile getirmediği halde biz olayın bir Doğu Anadolu köyünde geçtiğini, dışarıda yolları kapatan kara kış ve rüzgarın olduğunu anlıyoruz.O soğuk gecede fakir evlerinde yaşayan bir karıkocanın aralarındaki sorunu fark ediyor, gerginliği hissediyoruz. Yazar dili ve anlatımıyla bizi bu atmosferin yani öykünün içine sokuveriyor.

Sevgili genç yazar arkadaşım,

Kendinize özgü anlatımı, biçemi, dili bulabilmek için uzun yıllar sürekli yazmanız, yeni yeni anlatımlar denemeniz, kaleminizi geliştirmeniz gerekir. Bu da yazma konusunda kararlı, ısrarlı, inatçı olmanız ve disiplinli çalışmanızla olası.

Selam ve sevgiler.